Deprem mühendisliği: 50 yılda nereden nereye? (1. Bölüm)

-
Aa
+
a
a
a

Prof. Dr. M. Nuray Aydınoğlu ile gerçekleştirdiğimiz dört programlık seride Aydınoğlu, meslekteki 50 yılını ve deprem mühendisliğinin nereden nereye geldiğini anlatıyor.

Aydnıoğlu ve Ömer Madra Açık Radyo stüdyosunda
Mehmet Nuray Aydınoğlu'nun 50. Akademik Yılı-1
 

Mehmet Nuray Aydınoğlu'nun 50. Akademik Yılı-1

podcast servisi: iTunes / RSS

(29 Eylül 2021 tarihinde Açık Radyo’da Altın Saatler programında yayınlanmıştır)

Gürhan Ertür: Açık Radyo’da Altın Saatler programını dinliyorsunuz. Bugünkü programı Mehmet Nuray Aydınoğlu, Argun Yum, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve ben Gürhan Ertür birlikte sunuyoruz. Yine evlerimizdeyiz ve programın kaydını Selahattin Çolak arkadaşımız gerçekleştiriyor. Açık Radyo’nun teknik ve idari ekibine bu zor dönemde sesimizi sizlere ulaştırdıkları için çok teşekkür ederiz. Bugün 29 Eylül Çarşamba ve saat şu anda 11:00, siz bu kaydımızı bugün saat 15:30’da dinleyeceksiniz. Telefon numaramız alan kodu 212 343 40 40, elektronik posta adresimiz [email protected]. Altın Saatler programının ses kayıtlarını Açık Radyo’nun internet adresinde podcast bölümünde dinleyebilirsiniz. Bugünkü programımızın destekçisi Semra Ak’a teşekkürlerimizi iletiyoruz. Efendim hoş geldiniz programa arkadaşlar!

Mehmet Nuray Aydınoğlu: Hoş bulduk!

Argun Yum: Hoş bulduk!

Elvan Cantekin: İyi günler!

GE: Muzaffer arkadaşımız şu anda vapurda, onun sesini arada duyacağız. Onun dışında bizler evlerimizdeyiz. Efendim bugün Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılını gündeme getireceğiz. Yani 1971 yılında başlamış olan akademik hayatı bugün 2021 yılında 50.yıla ulaştı. Nice yıllara diyelim Nuray hocam öncelikle!

MNA: Çok teşekkür ederim.

AY: Nice yıllara!

EC: Nice yıllara!

MNA: Çok teşekkür ederim. 

GE: Nuray hocamız bu programda ‘50 yıldır dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi?’ üzerine bize ayrıntılı bir hazırlık yaptı ve bu ayrıntılı hazırlığı bu programda eğer tamamlayamaz isek gelecek hafta da devam ederek Nuray hocadan bu tarihçeyi öğrenmek istiyoruz. Evet hocam tekrar teşekkürler, hakikaten oldukça etraflı bir çalışma hazırlamışsınız, bize de gönderdiniz. Üniversite yıllarınızdan başlayalım mı? 

MNA: Ben ondan önce şunu söyleyeyim: Deprem mühendisliği derken neyi kastediyoruz? Belki dinleyicilerimizin konuyu daha iyi anlamaları bakımından yardımcı olacaktır. Deprem mühendisliği aslında deprem denilen olayın büyük ölçüde inşaat mühendisliğine, kısmen jeofizik mühendisliğine aplikasyonu olarak düşünülebilir. Aslında çok geniş bir konudur deprem mühendisliği, kendi içinde branşları var, örneğin ben kendimi “yapısal deprem mühendisi” olarak görüyorum. Yani ne demek bu? Yapıların, her türlü mühendislik yapılarının, binaların, köprülerin, barajların, aklınıza ne gelirse bunların depreme karşı davranışlarını analiz eden ve bunların depreme dayanıklı olarak projelendirilmeleri ve yapılmalarını sağlamak üzere çalışan bir bilim dalı. Tabii büyük ölçüde inşaat mühendisliği ile ilgili bir daldır ama yine inşaat mühendisliğinin bir dalı olan mesela jeoteknik yani zemin mekaniği temel inşaatı. Bunun da depremle ilgili uzantısına “jeoteknik deprem mühendisliği” diyoruz, yani deprem mühendisliğinin böyle alt branşları var. Ben bugün büyük ölçüde kendi branşım olan yapısal deprem mühendisliği konularından bahsedeceğim, çünkü hayatım bunlarla geçti. 

GE: Lütfen.

Deprem mühendisliğine adanmış bir ömür

MNA: Efendim, şimdi ben 1960 yılında İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra -ki İstanbul Erkek Lisesi o zaman Almanca eğitim veren bir kurum değildi, henüz daha başlamamıştı, yani normal maarif lisesiydi- İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdim. O zaman İstanbul Teknik Üniversitesi 5 yıllık eğitim verirdi, doğrudan yüksek mühendis olarak mezun olurdunuz. 1965 yılında İnşaat Fakültesi’nden mezun oldum. 

Aslında ilk yıllarda pek de iyi bir öğrenci değildim. Değişik konularla uğraşan, kafası biraz dağınık bir öğrenciydim. Bir taraftan sanat, bir taraftan çeşitli toplumsal olaylar, o zaman biliyorsunuz 60’ların başını hatırlayanlar, 1960 darbesinden sonra –ki o zaman ‘ihtilali’ denirdi- çok hareketli zamanlar geçti. Türk solunun ilk defa serbestçe ortaya çıkışı, genişleyişi, vs. dolayısıyla ben de biraz böyle dağıldım, yani biraz derslere konsantre olmakta zorluk çektim, ama son 2 senede özellikle teorik konulara olan merakım giderek arttı, bu bağlamda yapı analizine merakım arttı. Hatta son sınıfta bilim adamı olmak isteyenlerin ayrıldığı “tatbiki mekanik” branşına ayrıldım. O zaman Teknik Üniversite yüksek mühendis unvanı veriyordu, son sınıfa yüksek mühendislik sınıfı diyebilirsiniz. Orada ayrı ayrı branşlar vardı, o zaman “kol” denirdi. Tatbiki mekanik koluna gidenler de ileride bilim adamı olmayı düşünen kişilerdi. Niye ben onu seçtim? Çünkü orada daha çok teorik ve bilimsel konular ağırlık kazanıyordu, ve benim de merakım o konulara giderek arttığı için oraya girdim. İyi ki de girmişim, çok iyi hocalarımız vardı ve o şekilde mezun olduk. 

Aslında daha o sıralarda kafamda bilim adamı olmak düşüncesi gelişti ama 65 yılında mezun olunca hemen o imkanı bulamadım, bunun çeşitli nedenleri var. Bir kere İTÜ’de girmek istediğim kürsüde –o zaman kürsüler vardı- kadro yoktu. İkincisi asistan maaşları o kadar düşüktü ki, ben de daha o sırada evli değildim ama nişanlanma arefesindeydim. Zengin bir aileden gelen bir insan değildim, aileme de yardım etmem gerekiyordu. Asistan maaşıyla bunları yapmak mümkün değildi. Biraz çalışayım, ileride tekrar akademik hayata dönerim diye düşündüm ve askere gittim 6 ay sonra. 2 yıl askerlik yaptım, askerde de mühendislik yaptım. Kontrol mühendisliği ve kesin hesap mühendisliği, vs. yaptım, çok deneyim kazandım ama eğer müteahhit olsaydım işime yarardı o deneyim, ama olmadı. 

Askerden döndükten sonra 1968 başında projecilik yapmaya karar verdim. Yani yapı projelerinin hesap-kitabını yapan mühendislik dalı, o zaman buna “statikerlik” denirdi. O zaman İstanbul’da çok az kalburüstü proje bürosu vardı, yani “statik büro” vardı. Bunlardan biri de mühendislik camiasında çok iyi tanınan  Rasin Etiman’ın bürosuydu. Ben oraya girdim hocalarımızın da referansıyla. Orada 3,5 yıl çalıştım 1971’in sonlarına kadar, hemen hemen 50 yıl önce bu zamanlara, Eylül’e kadar. Epey deneyim kazandım fakat o günlerden biraz bahsetmek isterim. Deprem konusunda o yıllarda tamamen bilgisizdik, ben okulda öğrenciyken bir şeyler öğrendik tabii ama çok sınırlıydı, daha doğrusu olayın esasını bilmiyorduk. O zaman yürürlükte olan 1963 deprem yönetmeliği, 1968 deprem yönetmeliği vardı. Daha sonra değerlendirdiğimizde gördük ki bunlar çok yetersiz yönetmeliklerdi, ama o zaman bunları uygulamak durumundaydık. Bir takım ampirik bağlantıları kullanarak neyi nasıl yaptığımızın pek farkında olmadan proje yapıyorduk, ama birazdan bahsedeceğim bütün dünyada da deprem mühendisliğinin özellikle yapısal deprem mühendisliğinin gelişimi zaten işte o yıllarda başlamıştır, yani o yıllardan önce önemli bir birikim oluşmamış bu alanda. Çok ampirik bilgilerle mühendislik yapılmaya çalışılmış. 

O zaman bilgisayarlar yeni çıkmıştı, Türkiye'deki ilk bilgisayarlardan birincisi veya ikincisi İTÜ’ye geldi. Yıl 1964, ben son sınıfın ilk sömestrindeyim ama bilgisayarı doğru dürüst kullanmadan biz mezun olduk. Bilgisayarlar o zaman o kadar güçsüzdü ki, İTÜ’de kurulan IBM 1620 tipi bilgisayarın hafızası 64K idi. Bugün en basit bir bırakın akıllı telefonu, basit bir el hesap makinesi bile ondan daha güçlü ama tabii o bizim için muazzam bir şeydi o zaman. Ben de programlamayı öğrenmeye çabaladım, o zaman bir takım dersler açıldı, herkes saldırdı aman öğrenelim diye, çünkü istikbalin burada olacağını görmüştük. İşte öyle böyle derken mezun olduk ve doğru dürüst de öğrenemedik yani, ben öğrenemedim, hatta mezun olduktan sonra gece kurslarına falan gittim. O zaman İnşaat Mühendisleri Odası kurs açmıştı, onlara gitmiştim, yani geri kalmayalım bu işten diye. Bilgisayarlar aslında önce bilimsel çalışmalarda ve daha sonra da ticari özellikle alanda giderek daha yaygın kullanılmaya başlandı, bilgisayarlar gelişti ama mühendislik alanında bilgisayarların yaygın olarak kullanılması ancak 1980’lerde, hatta 1980’lerin ikinci yarısında gerçekleşti. Niye? Çünkü bugün kişisel bilgisayarlar dediğimiz bilgisayarlar işte ancak 1980’lerin başında çıktı. Yani ben hatırlıyorum,  Türkiye’de o zaman ilk Apple2 bilgisayarı 1981’de görmüştüm, bir arkadaşım İngiltere’den getirtmişti. Ondan önce  üniversitedeki ‘main frame’ dediğimiz büyük bilgisayarlarla çalışırdık ama onlar da tabii yeterli olmuyordu. 

Rahmetli Rasin Etiman’ın bürosunda 3,5 yıl çalıştıktan sonra epey tecrübe kazandım. Rasin Etiman’a çok şey borçluyumdur. O benim mühendislikteki mentorumdur, yani hocamdır, ondan mühendislikte çok şey öğrendim, çok iyi bir mühendisti rahmetli. Fakat statikerlik çok yorucu bir işti, gece-gündüz çalışırdık, düşünün bilgisayar olmayınca -bugünün mühendisleri bunu kavramakta zorlanabilirler-  kullandığımız hesap aracı büyük ölçüde hesap cetveli, sürgülü hesap cetveli. Dinleyiciler bilmeyebilirler, hesap cetveli logaritmik esasa dayanan ve sadece basit çarpma-bölme yapabilen bir alet. Toplama-çıkarma yapmaz ama o bile bizim için büyük bir nimetti, onu kullanırdık. Daha sonra kollu mekanik hesap makineleri çıktı, ama onlar çok pahalı olduğu için sayısı azdı, bizim büroda 1-2 tane vardı, kapanın elinde kalırdı. Dolayısıyla büyük zorluklar içinde yapardık bu işi. Ben 3,5 yıl çalıştıktan sonra yavaş yavaş kendi büromu açma olanağım olacağını düşünmeye başlamıştım ama kendi kendime dedim ki “yahu bu iş ömür törpüsü, ben bununla hasta olurum, sağlığımı kaybederim!” Çok zor bir iştir, proje yetiştirmek için gece-gündüz çalışırsınız, sabahladığımız çok zaman olmuştur. 

Bir taraftan da biraz önce bahsettiğim üzere üniversitenin son sınıflarında kabaran bilimsel çalışma yapma isteği tabii hâlâ duruyor yerinde. O sıralarda, daha sonra doktora hocam olacak rahmetli Adnan Çakıroğlu ile görüşmeye başlamıştım. Adnan hoca bana yardımcı da olmak istiyor ama iki iş beraber yürümüyordu, hem çalışıp hem doktora yapmak öyle olacak bir şey değil. Daha sonra ben öğretim üyesi olduktan sonra bir yandan dışarıda çalışan ve benimle doktora yapmaya başlayan hemen hemen bütün arkadaşlar bu işten vazgeçtiler, çünkü ikisi beraber olmuyor. Ya üniversiteyi seçeceksiniz yahut orada devam edeceksiniz.

GE: Bir soru sorabilir miyim hocam? 

MNA: Tabii.

GE: Şimdi 1939’da Erzincan depremi var ve çok da Türkiye’yi etkilemiş olan bir deprem, 32,962 vatandaşımızı kaybettiğimiz ve büyüklüğü de 7.9 olarak geçiyor. Bunun akademi üzerindeki özellikle de Teknik Üniversite (İTÜ) eğitimleri üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu sizin döneminizde? 

"Bu konu maalesef Türkiye’de o sıralarda oldukça geri kalmış bir konuydu"

MNA: Ben öğrenciyken bunlardan pek haberimiz yoktu, duyardık işte orada bir deprem olmuş diye. Bir kere dokümantasyon yoktu. Şimdi şunu söyleyeyim, aslında o yıllarda, yani benim öğrenci olduğum hatta asistan olduğum yılların başlarında Teknik Üniversite’de (İTÜ) deprem konusuyla uğraşan çok az insan vardı. Yani uğraşır görünen çok insan vardı da bu işi gerçekten bilen, hakikaten iyi bilen insan sayısı çok azdı. Mesela bunların içinde deprem konusuna en çok giren, münhasıran bu konuda çalışan Muzaffer İpek hocamız Japonya’da okumuştu, Japonya’da uzun zaman kalmış, Japonlarla çok iyi temasları olan bir hocamızdı. O hakikaten bu işin uzmanı sayılırdı. Bir de o sıralarda Boğaziçi Üniversitesi’nde olan, daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğünü de yapan Semih Tezcan hocamız mesela bu konuyu hakikaten en iyi bilenlerden biriydi. Yurt dışında, Amerika’da, Kanada’da çalıştığı için uzun süre orada edindiği deneyimlerle yürütürdü çalışmalarını. Benim rahmetli doktora hocam Adnan Çakıroğlu yapı mekaniği alanında büyük bir üstattı, hakikaten Türkiye’de belki de en önde adı geçen insanlardan biridir ama hoca spesifik olarak depremle uğraşmazdı, o her şeyle uğraşırdı, deprem de o uğraştığı konuların içinde biriydi. Yani çok iyi bilirdi tabii ama kendini sadece depreme hasreden bir hoca değildi, o çok geniş spektrumlu bir adamdı. Ve nihayet Rıfat Yarar hocamız vardı, ki Türkiye’de biz onu deprem mühendisliğinin kurucusu sayarız, tabii o da bu konuda çalışmış olan bir insandı ama bizden epey yaşlıydı hoca. Bir önceki nesli, belki hatta iki önceki nesli temsil ediyordu, bilimsel bakımdan çok aktif değildi o sıralarda, yaşlanmıştı iyice. O sıralarda ODTÜ yeni kurulmuştu biliyorsunuz, orada da çok az insan vardı bu konuda, Amerika’da doktora yapmış birkaç kişi uğraşıyordu bu konuyla. Yani bu konu maalesef Türkiye’de o sıralarda oldukça geri kalmış bir konuydu ama hemen şunu söyleyeyim, biraz önce de belirttiğim gibi deprem mühendisliği aslına bakarsanız bütün dünyada henüz gelişme aşamasındaydı, hani Türkiye’de böyle diyorum ama mesela Avrupa’da nasıldı? Üç aşağı beş yukarı aynı, Avrupa’da o zaman işte bu işle en fazla uğraşanlar Ruslar uğraşırdı, şimdi hemen hemen kayboldular, Romenler, Bulgarlar, Balkan ülkeleri, Yugoslavlar, biraz İtalyanlar falan. Şimdi Balkan ülkeleri hemen hemen tamamen devreden çıktılar, Avrupa’da depremle şimdi biz uğraşıyoruz Türkiye olarak, Yunanistan, İtalya, biraz da Fransa, İspanya, Portekiz o kadar. 

EC: Peki hocam o dönemdeki deprem yönetmelikleri kim tarafından, nasıl hazırlanırdı? O konuda 68 yönetmeliği vardı galiba?

MNA: O zaman Bayındırlık Bakanlığı sorumluydu bu işlerden. Afetlerle uğraşan bugünkü AFAD’ın (Afet ve Acil Durum Yönetimi) karşılığı oradaydı: Deprem Araştırma Enstitüsü. Onlar komisyonlar oluştururdu, yönetmelikleri büyük ölçüde İTÜ’deki hocalarımızın hazırladığını biliyorum. Ben tabii o zaman öğrenciydim, bu işlerin ayrıntısını bilmiyorum. Üniversiteye asistan olarak girdiğim 1971 Eylül’üne kadar deprem konusunu evet merak ediyordum, ama benim de bilgim çok azdı ve uğraşmışlığım yoktu, sadece bazı şeyleri okumaya çalışıyordum ama Türkiye’de bu konuda çok az insan olduğunu gayet iyi biliyordum. Daha sonra anladım ki bütün dünyada da durum hemen hemen aynı. Bugün bana sorarsanız deprem mühendisliği, özellikle yapısal deprem mühendisliği ne zaman başlamıştı derseniz, ben hemen hemen aynı tarihleri söylerim, yani 70’lerin başı derim. Çünkü bakın mesela bugün pek çok sayıda bilimsel dergi yayınlanıyor dünyada münhasıran deprem mühendisliği konusuyla ilgili. İlk dergi 1972’de yayınlandı, düşünebiliyor musunuz? Ondan önce yoktu, yani özel bir dergi yoktu, diğer dergilerde yayınlanırdı, mekanik dergilerinde, vs. yayınlanırdı deprem mühendisliğiyle ilgili makaleler. İlk kitap, doğru dürüst ilk kitap 1975'te yayınlandı. Ray Clough ve Joseph Penzien’in kitabı, her ikisi de rahmetli oldu, çok büyük bilim adamlarıydı. O kitap benim elime sanıyorum 76’da falan geçti, yani düşünün 76’da aslında ben doktoramı neredeyse bitirmiştim ama bir takım temel bilgileri o kitaptan o zaman öğrendim. Yani sağdan soldan, derleme toplama bilgilerle kendimi yetiştirmeğe çalıştım. 

Şimdi gelelim akademik yaşamımın başlamasına. 1971’de üniversiteye girdim, asistan olarak girdim, baktım bu iş başka türlü olmuyor, doktoraya kendini hasretmeden, tamamen ona vakfetmeden o işi yapmam mümkün değil. Bir yandan çalışıp bir yandan yapamayacağımı anladım. Tabii maddi bakımdan da tabir-i caizse attan inip eşeğe bindim. Epey iyi para kazanıyordum o zaman, ama biraz para biriktirmiştim, işte ona güvendim. Sonra arada sırada da bir takım ek işler yaparak asistanlıkta idare ettik çok şükür. Hayalim biraz önce sözünü ettiğim rahmetli hocam Adnan Çakıroğlu ile doktora yapmaktı. Adnan bey Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından biridir. Bunun bir göstergesi de şudur, Türkiye’de Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) bilim ve hizmet ödüllerinin ilk defa her ikisi de 1969’da Adnan Hoca’ya verilmiştir. Yani o bakımdan Türk bilim hayatı da Adnan Hoca’ya kadirbilirlik göstermiştir, ama Adnan Hoca bunu hakikaten hak eden bir adamdı. Adnan Bey son sınıfta bitirme ödevimde hocamdı, o zamandan beri tanırım, kendisi de beni severdi. Onunla doktora yapmak benim hayattaki en büyük ideallerimden biriydi ve zaten üniversiteye girme nedenim de buydu diyebilirim. Nasıl girdim? Maçka’da teknik okul vardı eskiden İTÜ’ye bağlı, o fakülte haline getirildi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi haline getirildi. Orada yeni kadrolar açılınca imtihana girdim, kazandım ve asistan oldum. Maçka Mühendislik-Mimarlık Fakültesi’nin İnşaat Bölümü’ne. 1971’in sonu, Eylül-Ekim ayları, yani tam 50 yıl önce bu zamanlar.

GE: Bu noktada bir ara verelim mi hocam?

MNA: Hay hay, verelim.

GE: Şimdi bir müzik parçası dinleyeceğiz, ondan sonra ikinci bölümde Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılı nedeniyle hazırladığımız programın devamını getireceğiz. Açık Radyo’dasınız, Altın Saatler programının ikinci bölümündeyiz. Bugünkü programı Mehmet Nuray Aydınoğlu, Argun Yum, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve ben Gürhan Ertür birlikte sunuyoruz. Evet efendim, Prof. Dr. Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın akademideki 50.yılı dolayısıyla, ‘50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi?’ konusu üzerine bir dizi program yapıyoruz. Bu programı tek bir programla bitirmeyeceğiz, büyük bir olasılıkla önümüzdeki haftalarda da devam edeceğiz. Evet Nuray hocam, buyurun.

MNA: Biraz tabii ayrıntıya girdik galiba, biraz kişisel tarihimden de bahsediyorum, aslında amacım kendimden çok fazla bahsetmekten ziyade deprem mühendisliğinin Türkiye’deki, dünyadaki gelişimi üzerine bilgi vermek. 

GE: Hocam 50 yıl olunca tabii ki bütün bunları dinlemek istiyoruz.

MNA: Teşekkür ederim.

GE: Yani sizin özel bilgilerinizi, yaklaşımınızı ve tarihçeyi detayıyla dinlemek istiyoruz. 

"Bilgisayarların gelişmesiyle deprem mühendisliğinde muazzam bir sıçrama oldu"

MNA: Doktora konusu için Adnan beyle tartışıyoruz. Adnan bey bana depremle ilgili bir konuyu önerdi. “Bak bu senin ilgini çekebilir” dedi. Depremde yapı ve zeminin karşılıklı etkisi, etkileşimi konusu. O sıralarda biraz moda olmaya başlayan ama oldukça zor bir konu. Ben de şöyle bir baktım aslında ilk başta gözüm korktu, yani bu zor bir konu. Teoriyi severim ben, teorik çalışmayı ama bu biraz fazla teorik tarafları olan bir konu. Hani benim “background”um (temel bilgilerim) acaba buna yeter mi? Tereddüt ettim ama baktım ki çok ilginç bir konu ve çalışmaya başladım. Zor bir konuydu, yani hakikaten zor bir konuydu ve 5 sene neredeyse kafa kaldırmadan çalıştım. Çok şeyler öğrendim ama nasıl, hangi koşullarda çalıştım? Şimdi onlardan bahsetmek istiyorum. 

Bir kere dediğim gibi bizim temel bilgilerimiz eksik, o zaman İTÜ’de doktora dersleri falan diye bir şey yok. Doktora yapmak demek bir hocanın yanında o hocanın yönetiminde, onun söylediklerini yaparak bir şeyler üretmek anlamına geliyor. Halbuki bugün, ki öyle olması gerekir tabii, bugün o noktaya geldik çok şükür, ben Kandilli’de mesela yıllardır sadece doktora dersleri veriyorum, doktora düzeyinde ders veriyorum, bölüm olarak doktora düzeyinde çok sayıda ders açmaya, öğrencilerimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Çünkü doktora bir eğitimdir, ileri düzeyde çok yeni bilgileri alması gerekir öğrencinin. Öyle bir şey yoktu, dediğim gibi bu konuda üniversite çevresinde, çevremde de çok bilgili ve deneyimli insanların sayısı çok azdı, kendi kendimi yetiştirdim ve tabii çok zorlandım. Biraz önce belirttim, 1975’e kadar doğru dürüst bir kitap yoktu, 1975’te -ki benim elime herhalde 76’da geçmiştir, Clough ve Penzien’in kitabı – aman yarabbi dünyam değişti! “Neler varmış da ben bilmiyormuşum!” diye müthiş bir sıkıntıya düştüm. 

Neyse, onları okuyup öğrenmeye çalıştık, tabii en önemli zorluklardan biri de -yani bunu genç nesiller bilsin isterim- bilgiye ve belgeye ulaşma zorlukları. Literatür çalışması yapacaksınız, belgeyi nereden bulacaksınız? Teknik Üniversite’de bir merkez kütüphanesi var, bir de İnşaat Fakültesi’nin kütüphanesi vardı. Teknik konularda bu iki kütüphaneden başka bir şey yoktu. Ben şimdi literatürü öğreniyorum, bir şeyler okuyorum, başka literatüre de ulaşmam lazım, arıyorum ama onlara ulaşmam mümkün değil. Bir müddet sonra ümidimi kesmeye başladım, ‘yahu ben bu işi yapamayacağım’, çünkü daha önce ne yapıldığını bilmeden yeni bir şey yapamazsınız. Yani mevcut literatüre hakim olmak zorundasınız. İşte o sırada öyle böyle derken sağ olsun biraz önce sözünü ettiğim Prof. Dr. Semih Tezcan o zaman Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Bölümü’nde. O hakikaten bu konuyu bilen, takip eden, uluslararası alanda da tanınan bir kişiydi. Allah sağlık versin. O bana yardım etti, kişisel kütüphanesi çok zengindi, sağ olsun bana odasının anahtarını verdi, güvendi bana. Ben istediğim zaman odasına gider,  raflardan kitapları, makaleleri arayıp arayıp bulurdum ama saatlerce, günlerce uğraşırdım. O da yetmedi, ne yapayım, ne yapayım? Ankara’da ODTÜ var, ben ODTÜ’den depremle ilgili bazı kişilerin adını duymuşum ama şahsen kimseyi tanımıyorum. Sınıf arkadaşlarımdan Doğan Turhan orada öğretim üyesi. Onunla temas ettim, dedim ki “ben Ankara’ya gelip ODTÜ kütüphanesinde de araştırma yapmak istiyorum”. Sağ olsun bana yardım etti, depremle ilgili birkaç arkadaşa tanıştırdı. Bunlardan biri hâlâ çok iyi arkadaşım olan Mehmet Çelebi, şu anda Amerika’da, uzun zamandır orada. Amerika’da çok tanınan bir kişidir, USGS’de (Amerika Birleşik Devletleri Jeoloji Araştırmaları Kurumu) çalışır, önemli bir pozisyonda. O bana çok yardım etti, o vesileyle oradan epey doküman bulabildim. 

Aslında bunlar için çok zaman harcadım tabii, şimdi bunları niye anlatıyorum? Bugün internet sayesinde neredeyse dünyanın literatürü elinizin altında. Artık kütüphaneler de elektronik olduğu için mesela Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesine girip de bulamayacağınız bir şey yok. Hani fiziksel olarak o kitabın orada olması gerekmiyor, ona elektronik ortamda bir şekilde ulaşıyorsunuz. Bu muazzam bir fark, yani dediğim gibi 6 aydan fazla belki de 1 yıla yakın sadece onları aramakla vaktim geçti. Ne kadar büyük zaman kaybı. Bir yandan da onları okuyacaksınız, hazmedeceksiniz, dediğim gibi biraz da yalnızsın, tartışacak kimsem de yok hocamdan başka. 

Hocam sağ olsun bana çok ilgi gösterirdi, her hafta bir toplantı yapardık Adnan hocayla, Salı günü öğleden sonra. Emeğini hiç inkâr edemem, Allah rahmet eylesin, ama çok zorluk çektim. İyi bir şeyler yaptığımı sanıyorum, çünkü dediğim gibi konu zordu ve bütün dünyada da az araştırılan bir konuydu, şimdi öyle değil. Hemen bitirir bitirmez de uluslararası birkaç yayın yaptım, bunlar ilgi gördü, benim de moralim düzeldi. 

Bilgisayar meselesi, daha önce bahsettim, ben doktora yaparken en büyük sıkıntılarımdan biriydi. IBM 1620 bilgisayarla başladım. Çoğu zaman İTÜ’de gecelerdik, sabahlardık. O zaman İTÜ’de elektronik hesap merkezi vardı, bilgisayar dediğimiz fiziksel olarak muazzam büyüklükte bir şey, birkaç odayı kaplayan, lambalı bir alet. Hesap merkezinin müdürleri hocalarımızdı, örneğin daha önce sözünü ettiğim Muzaffer İpek Hoca, Günay Özmen Hoca, onlar merkezin anahtarını verirlerdi, yani bize güvenirler, biz girer bütün gece programlarımızı bilgisayarda çalıştırır, sabahleyin bilgisayarı kapayıp evimize giderdik. Ben çok sabahlamışımdır ama ona rağmen o kadar yavaş yürüyordu ki işlerimiz, hele benim konum esasen bilgisayar olmasa yapılmayacak bir konu. Şimdi düşünüyorum da, böyle biraz Don Kişot’luk ederek çok zor bir probleme niçin saldırdım? Dolayısıyla çok zaman kaybettim, 5 sene çok yoğun çalışmama rağmen dolu dolu geçti doktoramla. Sonunda 1976 yılında bitirdim doktorayı, 1977 başında da imtihana girip doktor unvanını aldım. 

GE: Elvan’ın sorusu var hocam.

EC: Bu bilgisayar konusuna geri dönmek istiyorum ben. Bu 1970’lerin ortasına kadar dünyada deprem mühendisliğinin gelişmemesi, fazla gelişememesinin temel nedenlerinden bir tanesi de bu özellikle hesaplama kısmındaki işte bilgisayar kapasitesinin olmaması, vb. sınırlamalar da etken oldu diye düşünüyorum… 

MNA: Çok haklısınız, hiç şüphesiz! Deprem olayında işin zaman boyutunun da hesaplara girmesi olayı çok muazzam ölçüde değiştiriyor, yani en basit problem bile zaman boyutu girince yani dinamik durumda statik duruma göre birkaç kat daha zor bir problem oluyor, hem matematik bakımdan zor hem numerik analiz bakımından. O bakımdan haklısınız, bilgisayarların gelişmesiyle deprem mühendisliğinde muazzam bir sıçrama oldu. Ben de onun birebir şahidiyim. Bugün deprem mühendisliği 50 yıl öncesine göre inanılmayacak derecede ilerlemiş durumda. Ama hani diyeceksiniz hangi alan öyle değil ki? Gayet tabii öyle, ben kendi bildiğim alanda konuşuyorum ama bütün alanlarda bilim bilgisayarların, yani bilgi işleme teknolojisinin gelişmesiyle çağ atladı. Onun için tabii bu çağ bilgisayar çağıdır hiç şüphesiz.  

EC: Bir soru var ama buna ilave olacağı için hemen şey yapıyorum, Muzaffer hocam bir saniye. Rüzgâr mühendisliği de bu anlamda değerlendirilebilir mi, rüzgâr mühendisliğindeki gelişmeler? 

MNA: Tabii o konuda da çok gelişme oldu. Ben çok fazla ilgilenmedim ama tabii o da bir dinamik olaydır. Rüzgâr mühendisliği çevre koşulları bakımından özellikle bir yerde depremden daha karışık. Onun için matematik modeller yeterli olmuyor, son zamanlarda, özellikle son 20-30 yılda yaygın şekilde rüzgâr tüneli testleri yapılıyor. Mesela yüksek binalarda rüzgâr tüneli testleri yapmak gerekli. Türkiye’de bir zorunluluk yok, ama benim danışmanlık yaptığım İstanbul’daki pek çok binada bu testleri yaptırdık, bunlar yakın zamana kadar yurt dışında yapılabiliyordu. O konuda tabii çok gelişme var, test teknolojisi de çok gelişti ama bu bilgisayarlarla birlikte yürüyor. O konuda dünyada çok büyük firmalar var. 

GE: Muzaffer’in sorusu var ama hocam.

Bilimsel gelişmelerin yönetmeliklere yansıması

MT: Hocam bir de bu tabii biraz teorik detaylara giriyoruz ama bu Edward Wilson’ın “sonlu elemanlar yöntemi”nin devreye girmesi de galiba o dönemde oldu.

MNA: Şüphesiz! 

MT: Yani o sıçramayı getirdi herhalde 60’larda.

MNA: Şöyle oldu, bakın bu Sonlu Elemanlar Yöntemi inşaat mühendisliğinden başladı aslında ama bugün bütün bilim alanlarında kullanılıyor, kullanılmadığı alan yok, elektronik alanında bile kullanılıyor. Aslında 1950’lerde gelişmeye başlayan bir yöntem, bilgisayarların ilk çıkışıyla başlamıştı. Mesela biraz önce sözünü ettiğim Prof. Ray Clough – ki ben ona Amerika’nın Adnan Hocası derim, Adnan Çakıroğlu ile aynı kafada adamlardır, yani yazdıkları şeyler de öyledir– müthiş bir adamdır. Ray Clough. 1955’te o zaman Boeing’de çalışıyorlar, yani uçak teknolojisinde yöntemi ilk defa geliştirmeye çalışıyorlar. Boeing’de genç bir mühendisken, doktorasını yeni bitirmiş bir mühendisken, 1955 yılında sonlu elemanlar konusunda ilk makaleyi yazan grubun içindedir. Yani o zaman başladı bu iş, işte 65-70 sene demek ki takriben. Ama şunu söyleyeyim, ben okuldan mezun olduğumda 65’te hatta 70’li yılların ortalarına gelinceye kadar bu konu yaygın değildi. Adnan Hoca bize sonlu eleman konusunda ders vermedi, çünkü o zaman bu konu ders programlarına girmemişti ama o konuda Adnan Hoca 1968’de ve 1972’de iki cilt kitap yayınladı, rahmetli Ender Özden ve Allah selamet versin Günay Özmen Hocalarımızla birlikte. O kitaplardan biz öğrendik biz önce, daha sonra ben asistanlığa girince, ki o zaman işte bu konuda da yani sonlu elemanların yaygınlaşması da 70’lerin başıdır, biz de iyice konunun içine girdik. İyi oldu Muzaffer bunu hatırlattığın! Deprem mühendisliğinin gelişmesiyle bu paralel olmuştur aslında. Dolayısıyla deprem mühendisliği, senin söylediğin gibi, biraz da bunun etkisiyle gelişmiştir. Ben de 1970’lerin başında asistanken İngilizce bir takım kitaplar yavaş yavaş yayınlanmaya başladı. Adnan Hoca’nın kitapları ile birlikte ilk doğru dürüst bilgileri de ben o zaman o İngilizce kitaplardan öğrendim. Evet, sonlu elemanlar yöntemi bir devrimdir yapı mekaniğinde. Bugün akışkanlar mekaniğinde de, hidrodinamik problemlerde de, hepsinde kullanılıyor. O denli çok genel bir çözüm yöntemi haline geldi.

EC: Hocam bugün değil o ben 1980’li yıllarda 90’ın başına kadar doktora yaparken akışkanlar mekaniği üzerine, orada da ben sonlu elemanlar kullandım hesaplamada. Epey bir zamandır kullanılıyor esasında o.

MNA: Kullanılıyor, ben bugün yeni çıktı demiyorum, işin başlangıcı yani yaygınlaşması 1970’lerdedir. 

EC: Hocam şunu soracağım ben, bu 1970-75 yıllarında artık deprem mühendisliğiyle ilgili birtakım yayınlar çıkmaya başlıyor. Anladığım kadarıyla en azından Türkiye’de olmasa bile dünyada bu alanda belli bir ilerleme söz konusu.

MNA: Evet.

EC: Bunların, bu ilerlemelerin Türkiye’deki deprem yönetmeliklerine yansıması ne zaman olmaya başladı? 

MNA: Şimdi işte o noktaya doğru geliyoruz. Şöyle söyleyeyim, 1975 yönetmeliğine ben tabii katkıda bulunamadım, o zaman doktora öğrencisiydim, dediğim gibi bu konuları öğrenmeye çalışıyordum. Aslında çok iyi bir yönetmeliktir ve şimdi rahatlıkla değerlendirebiliyoruz ki o zamanki dünya literatürünü oldukça iyi izleyen başarılı bir çalışmadır. Maalesef iyi uygulanmamıştır, iki sebebi var: Bir kere, onu söylemek zorundayım yani onu yazanlara saygı duyuyorum, çoğu rahmetli oldu ama iyi kaleme alınmamış bir yönetmelikti, mühendisler anlayamadılar. Çünkü mühendislerin temel bilgileri çok zayıftı. Dediğim gibi benim de pek bilgim yoktu, yani kendini iyi kötü yetiştirmeye çalışan, İstanbul’da en iyi bürolardan birinde çalışmış olan bir mühendistim, ama ben de bilmiyordum. Çünkü üniversite eğitiminde doğru dürüst hiçbir şey yoktu, araştırma konusunda yoktu, o zamanki bilgiler büyük ölçüde Amerika’dan, Kaliforniya’dan gelen bilgilerdi. Amerikalıların “Uniform Building Code”ları vardır, yani genel bina yönetmelikleri. 75 yönetmeliği de 1970’lerin başında revize edilen son Amerikan yönetmeliklerinin Türkiye’ye adaptasyonu anlamında başarılı bir çalışmadır. Zaten yapacak başka bir şey de yoktu o zaman.  Ancak 1975 Yönetmeliğinde bir takım önemli konular iyi vurgulanmadığı için ve aynı zamanda dediğim gibi mühendislerin de hiçbir bilgisi olmadığı için yönetmelik yeterince anlaşılamadı. Mesela yönetmelik süneklikten bahseder. Düktilite veya süneklik. Yahu sünekliğin ne olduğunu bilmiyorduk ki biz! Yönetmelikte yazıyor, ama mühendisler ne olduğunu bilmiyor. Sünekliğe bağlı bir katsayısı var orada, o katsayı kaç alınacak? Herkes kendine göre bir yorum yapıp ona göre bir katsayı alırdı. 

Bilimsel gelişmelerin yönetmeliklere yansıması ne zaman olmaya başladı, esas yansıma? İşte benim de hasbelkader katkıda bulunmaya başladığım 1997 yönetmeliğinde artık dünya literatürünü çok iyi izleyen bir grup oluştu Türkiye’de, yani 90’llı yıllarda. Gerçi o zaman da internet falan daha yok ortalıkta ama tabii bilgiye, belgeye ulaşma imkanları giderek artıyor. Dolayısıyla ilk defa bilimsel  çalışmaların derli toplu ve ileri düzeyde yönetmeliklere yansıdığı yönetmeliği 1997 yönetmeliği olarak belirtebilirim…

GE: Hocam bu noktada süremizi bitirdiğimiz için duralım, önümüzdeki hafta aynı konuyla devam edelim. Daha sizden dinlememiz gereken çok şey var. Keşke şu anda deprem mühendisliği üzerine eğitim yapan veya ilgi duyan öğrenciler de bu programı dinleyebilseler ama önümüzdeki dönemde bunu ulaştırabileceğimiz bazı imkânları da yaratmak için çalışalım derim. 

EC: Hocam bir dahaki programda ilk sorum şu olacak, 1975-1997 yılları arasında bu kadar süre, yani 22 yıl niye beklenmiş yönetmeliklerin değişmesi için? Onun cevabıyla bir dahaki programa başlayalım derim.  

MNA: Çok güzel bir soru! Hay hay, öyle başlarız.

GE: Peki, çok teşekkürler hocam, sağ olun. 

MNA: Rica ederim, ben teşekkür ederim bu imkânı bana verdiğiniz için. 

GE: Evet, Açık Radyo’da, Altın Saatler programında bu hafta Prof. Dr. Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılı nedeniyle ‘50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi?’ üzerine kendisini dinledik. Gelecek hafta eğer değiştirmemizi gerektiren çok önemli bir olay veya gerekçe olmadığı takdirde bu programın devamını sizlere sunmaya çalışacağız. Evet efendim, bugünkü programı burada kapatıyoruz ve gelecek hafta yeni bir Altın Saatler programında görüşmek dileğiyle hoşça kalın!

MNA: Hoşça kalın!

AY: Hoşça kalın!

EC: İyi günler!

(Program deşifresini hazırlayan Dilek Hepgüler'e teşekkür ederiz.)